bugün

entry'ler (54)

uludağ sözlük bülten

st stinger selam,
bu bülten uludağ sözlük yazarı olduğun için belirli aralıklarla gönderilmektedir. gönderilme durumun...

sabah evden çıkmadan önce okuyordum bu satırları. her ne kadar belirli aralıklarla gönderildiği yazsa da posta kutumdaki birçok gönderiyi, başlığını okur okumaz ya siliyorum ya da içeriğini okuyup gereken şeyleri yapıyorum. yani muhtemelen bu e-posta da silinecekti önceki hatırlamadığım örnekleri gibi ama bir kere içini açıp okumuş bulundum. acelem olduğu için evden çıktım. gün içinde ise arkadaşlarla hafif nostaljik anımsamalar yaşadığım için ruh halim de pek kahverengi-beyaz idi eve döndüğümde. tekrar posta kutuma baktığımda e-postayı silmediğimi gördüm ve yine içine baktım, bir kez daha geçmişi anımsadım.

"uuser olmak, yazmak, bir şeyler paylaşmak benim için meditasyondu" triplerine girmek istemezdim ama açıkçası o dönemler yalnız yaşamam, insanlar ile arama koyduğum mesafeyi daha fazla artırmam ve bunları söyleyen insanlar için genellenebilecek vasıfların bir kısmını üzerimde taşımam sonucunda, sayısı çok az birkaç iyi dostumdan birisinin "olm, yazsana sen de bişiler işte" gibi tenkitleri ile sözlükte yazar oldum. iki şekilde okuyordum sözlüğü; insanlar ne yazmış, ne öğrenebilir ve özümseyebilirim, ikincisi ise bildiğim konularda yazılmamışları yazayım da okuyan olursa bir faydası dokunur belki. Sonuçta "Hıncal uluç"vari takılıp ota boka atlayıp entry sıçmamışım. başka bir açıdan, yazmak bir ihtiyaç da olabilir ve ben ihtiyacımı gidermiş olabilirim, sadece böyle bir pragmatist açıdan da yaklaşsam, kendimi çok da yadırgamam.

bülteni pek bir güzel hazırlamışlar ya da benim biraz önce bahsettiğim kahverengi-beyaz ruh halim yüzünden bana pek güzel görünmüş olabilir. sonuçta "dur lan neler yazdıydım ben yıllar önce, sahi o kadar çok zaman geçti mi yoksa yıllar kelimesindeki çoğul eki sahte bir zaman hissiyatı mı veriyor bana, yav sadece iki yıl geçmiş, uzun mu kısa mı bilemedim şimdi" gibi düşünce balonları arasında yazdıklarıma göz gezdirdim. gördüm ki gerçekten de tek tabanca takılan adamların gün içindeki zamandan bağımsız davranmaları gibi belli bir saat aralığına bağlı kalmaksızın yazmışım ama uzun girdilerimi gece 3-5 arası girmişim genellikle. Hatırlıyorum, yazması da uzun sürüyordu o girdileri. Uzatmayım, amacım, uludağ sözlük bülten yüzünden bir anda bünyemde hissettiren ve yazarken yapılan türden bir iç hesaplaşma seansı yaşamak, bu girdiyi yazarken son yıllarda geçirmiş olduğum değişimi anlamak yani şu soruyu sormak: o tarihte bunları yazmış adam ile bu tarihte bunu yazmakta olan adam birbirlerini seviyor mu? Cevap tek yönlü olacak ama zaten fazla girdi yazmamışım hem de cevabı bulmaktan çok insanın yaptığı içsel yolculuktan kaçamıyorum, dolayısıyla zevk almaya çalışıyorum.

Sonuncu yazdığım girdi şubat 2008'de olmak üzere 14 ay takılmışım sözlük'te. sonrasında geçen iki yıl benim için kendimi keşfetmeye çalışma süreci diyeyim, olgunlaşma çabası gibi bir şeydi. Genel olarak iç dünyamızda uğraşımız budur zaten. Fakat şu 14 aylık zamanın farkı, bir kısmında yalnız yaşamam ve genel olarak atalet halim olabilir. Bütün olarak baktığımda, girdilerimin hepsinde nasıl bir doğrultuda seyrettiğimi görebiliyorum ama nasıl desem, kenardan köşeden sızıyor damla damla saftirik beyin parçaları. Bir kere nefretim nefret değilmiş, lanet okumalar falan var, acayip oldum. evet kızdığım birilerine karşı ağır konuşmuşum. Çok dar açı ile yazmışım. Hatta bir tane girdi ile başlığı arasında uyum yakalayamadım bile, galiba kafam güzeldi, bilmiyorum. Bir başka girdide ajitasyon yaparken konumumu kaçırmışım. sonuç olarak anladığım şudur: o kadar yalnız takılıp dışa vurmam gerekenleri içime doldurunca sivri kelimeler, ironiler ve keskin ifadeler yoluyla boşaltmışım birikintilerimi. Bu bir hata değil ama şimdi baktığımda üslup eğreti duruyor her ne kadar çoğunun içeriklerini hala savunsam bile.

O zamanlarda da düzgün yazmaya çalışıyordum ama birçok kelime, harf hatası ve anlam bozuklukları ile bazı girdilerde yazdıklarımı kendim bile okumam diyecek hale geldim. sanırım bu geceleri yazdığım girdilerle alakalı daha çok. yine de pek sevemedim, canlanıp karşıma çıksa bunları yazan adam, "evet, haklı olabilirsin ama bana müsaade, gitmem gerek" der ve ayrılırdım yanından. Yazmanın olumlu etkisi de gözümden kaçmadı, yani yaza yaza bazı şeyleri ifade etmedeki etkinliğimin bir parça arttığını zannediyorum. Bu konuda bence dramatik olan; bu artışın gerçekleşmesi için en uygun zamanın en geç lise yılları olması gerekliliği. Telafi etmek için bol bol kitap okumalıyım.

Bir an için içimden silmek geçmedi dersem yalan olur, çoğunu gereksiz, özensiz ya da hatalı bulduğum için girdileri yok etsem ne fark ederdi ki? Zaten binlerce yazarın bulunduğu, ortalama yazar başına düşen entry sayısının üç yüz yetmiş olduğu bir yerde hepi topu elli küsur tane. Fakat gururuma yediremediğim şey şudur: ben o geçmişi sildiğimde hatta silmeyip yeniden düzenlesem bile geçmişimdeki yansımamı öldürmüş oluyorum. Hani ergenlikte yapılan ve salaklık olarak görülen bazı şeylerden dolayı insanlar o yıllarını küçümseyerek hatırlar ya, ben de 2-3 yıl önceki halimi gösteren izleri, o dönemki hoşlaşmadığım halimi hatırlatıyor diye yok edesim geldi bir an, sonra geçti. Bu yansıma kavramımı biraz daha açmalıyım.

Çevremdeki arkadaşlarıma kıyasladığımda hafızam zayıf kalıyor ve gerçek şöyle ki geçici olarak bulunacağım ortamlara girdiğimde elimdeki bir not defterine çaktırmadan insanların isimlerini ve özelliklerini not alıyorum ki genellikle yaklaşık 3 haftalık süre geçip de alışana kadar isimleri karıştırmayım, komik durumlara düşmeyim. Bu girdilerin önemi de bu not defteri gibi bir şey. Her ne kadar beğenmesem bile girdileri ben yazdım ve her ne kadar bazı şeyler zamanla farklılaşsa da değişmeyen bir şeyler de var; özümüz, benliğimiz, kişiliğimiz ya da her ne isim verirsek artık, o pek fazla değişmeyen zati sıfatlarımızın izleri geçmişimizin içinde yer edinmiştir, açık veya gizli. Bu izler önemli. Hayatta beklemediğimiz şeyler karşımıza çıktığında, en yakın dostları bırakın, kendinize bile doğru dürüst açılamadığınız konularla başa çıkmanız için bu izleri iyi anlamak gerekiyor. kendiniz, olmadığınız birisi gibi davrandığınızda bu izleri hatırlamak icap eder. sizi sarhoş eden ve yalan olan gerçeklerden sıyrılıp huzurlu sükunete ulaştırabilecek şeyler bu izlerdir. Bir de zaman kısıtı aleyhinize dönmediyse bu izlerin yardımıyla kalıcı hatalar yapmaktan dönebilirsiniz.

Sözlükte yazdığım girdiler, yalnızca yan yana yazılı harfler bütünü ile değil, anımsattıklarıyla beraber bana geçmişteki yansımamı, izlerimi hatırlatıyor. Unutmamak için bu izlere bakıyor olacağım gelecekte de. bu girdiyi yazmamın sebebi de bir yerde budur. Şu an kullandığım bilgisayarın hard diski yanabilir ya da yedekleme yapmayı unuturum, kullandığım harici disk ya da yedekleme yaptığım cd'ler kaybolabilir, zaten bir yerlere bir şeyler yazıp karalamak gibi bir alışkanlığım da yok. gelecekte dönüp geçmişteki yansımamı aramak istediğimde, birkaç arkadaşın ve zayıf hafızamdan arta kalanlarıyla hatırlayabildiğim anıların dışında bu saçmaladığımı ama diğer bir yandan da benden izler taşıdığını düşündüğüm yazıları okumak, unuttuğum şeyleri hatırlatmazsa bile mağara adamının yanan ateşte hissettiği duygunun izlerini yaşatabilir bana.

geri döneyim; o tarihte bu girdileri yazmış adam ile bu tarihte bunu yazmakta olan adam birbirlerini seviyor mu diye sormuştum kendime, bunu yazmakta olan adam açısından cevap vereyim; seviyor ama uzaktan. Gerçi, bir yandan da keşke başladığım şeyi bırakmayıp yazmaya devam etseymişim dedim bir an için. Böylece değişim geçirirken arada kopukluklar yaşamadan, kendime yabancılaşmadan, bir yandan yazarak pratik yollu dönüşüm, diğer bir yandan okuyarak teorik yollu bir dönüşüm ile kendi bünyemde bir bütünlük sağlayabilirmişim gibi geldi biraz önce. Sadece bir kişi olsa da ve nedenini anlamasam da yazdıklarımdan keyif alan birisi için okuyacak yazılar olurdu en azından ki böylesi bir durumda "yazarken vakit kaybediyorum galiba" diye düşünmezdim çünkü benim açımdan faydalı olduğumu varsayabileceğim bir şey olurdu. Fakat olmamış, bir yerde unutup başka meşgalelerle geçirmişim zamanımı ve bugün e-posta olarak gelen ulusözlük bülteni ile kısa geçmişime bir iç yolculuk yapmama sebep oldu bu kopukluk; hiç geriye bakmadan uzun bir süre yürüyüp gittikten sonra durup geldiğin yöne bakmak gibi. işin garip yanı, amacıma ulaştım. Ne kadar tırt bir insan olduğumu hatırlayıp yaptığım şeylerde hatalı olduğumu düşündüğüm yanlarımı irdeledim bir kez. Kısa günün karı olsun bu bana.

uludağ sözlük bülten, akşam vakti meşgul ettiren.

lost

oceanic 6;oceanic flight 815'teki 4, 8, 15, 16, 23 ve 42 numarali koltuklarin sahipleri olacaklardir.**

edit: yalan oldu iddiam. ucaktaki oturma planina soyle: http://www.lostpedia.com/wiki/Seating_chart

latince sözler

ingilizce açıklamalı latince sözler
(bkz: http://www.yuni.com/library/latin.html)

laptop a kola dökmek

kola ve meyve suyu gibi şekerli içicekler döküldüyse pil dahil elektrik gücünü laptop'tan çıkarın ve ters çevirip bekleyin ama laptop'ı hafif yana eğik bekletin. normalde laptop çalışırken hangi taraf daha çok ısınıyorsa, o taraf yukarıya eğik olacak şekilde bekletin.
fön makinesi için; çizgi filmlerde işe yarayabilirdi, eğer acme ürünü fön makinesi kullanılsaydı çok da mantıklı olurdu belki, gerçek hayatta değil. sadece dua edin, sıvı içine sızmasın.

bagdat caddesi ni tikilerden ibaret sanmak

benim, 15 yıl* kadıköy'de, bağdat caddesinin cadde olarak bilinen o kısmına, yürüyerek 1 saat, koşarak yarım saat, otobus ve minibusle 15-20 dakka, arabayla 10-15 dakka mesafede ikamet etmiş biri olarak, caddeye ziyaret sayım iki elin parmağını geçmez. öyleyse ben gitmeyince benim gibi insanların da gitmediği genellemesinden de yola çıkarak, o caddeye gidenlerin bok atabileceğim potansiyele sahip bir kitlenin lokali olarak düşünmemin normal olması* abartı olmaz. geyik yapmadan özetle ifade edeyim, bağdat caddesi tikilerden ibarettir.
tiki demek iktisattaki talep kanununa ** istisnai bir durum olarak görülen marka tüketiminin âlâsını yapan ve harcamalarını normal meblağlar ile yapmayı hakaret olarak tanımlayan, aptal olsun zeki olsun, benden uzak allaha yakın olsun tiplerdir. ben kadıköy rıhtımda 25 kuruşa midye dolma satış yapan seyyar satıcı abinin, hiç bir eklenti yapmadan ve pis sakalını kesmeden tezgahını caddede açmasına, sonra da tikinin caddede aynı midye dolmayı 2,5 ytl'ye almasına karşı değilim de o tikinin caddedeki midye dolmayı, rıhtımdaki midye dolmadan üstün görmesine oeeh derim.
bagdat caddesi tikilerden ibarettir, çünkü caddeyi varedenler o tikilerdir. butik hizmetin varlığının her adımda görülebileceği bir caddenin medeniyete, ilme, fenne; katkısı varsa bile maksimum, güzellik sektörünün kimyasallarının gelişimine harcayacağı ar-ge bütçesinin dolaylı getirisi olabilir. bi de (bkz: caddenin müdavimi sanatçıları görmek için göbek atmak)

osmanlı devleti yıkılmasaydı olabilecekler

uuserların eline tarih kitabı alıp katkıda bulunması gereken başlık. ama o zaman çok sıkıcı olurdu galiba.
hangi osmanlı? muhtemelen iki açıdan bakılıyor bu konuya; ihtişamlı osmanlı ve hastalıklı osmanlı diye. ihtişamlı osmanlıya özenenler bana göre necati şaşmaz cumhurbaşkanlığına adaylığını koysa destek verecek tiplerdir.
bana göre kilit nokta 1. dünya savaşıdır. eğer ingtilterenin tarafında savaşa girsek durum değişmezdi, ne de olsa gizli toplantılarla toprakları paylaşılmıştı. eğer almanyanın yanında savaşı kazanmış olsak bile, bir parçacık iktisat bilgimle irdeleyince ve de osmanlı'da bir çok ilimde olduğu gibi iktisatta da geri kaldığı için, osmanlı'nın hasta yatağından kalkıp sahip olduğu sınırlara ( ve dahi sınırları dışına) hükümran olabilmesini beklemezdim. yani her iki durumda da elimizde gelişmekte olan bir devlet olacaktı. sonuçta lise tarih derslerindeki ilk ünite, tarihin konusu ve özelliklerini hatırlayalım, suyu olmayan denizlerde fazla açılmayalım.
sigara içen bir insan, bir gün karar verebilirse, başarılı olma ihtimali vardır ki sigarayı bırakabilir, kaderini önemli ölçüde tayin edebilir. ama bir toplumda milyonlarca insan varken o toplumun, hepsinin de kaderini tayin edecek ortak kararları benimsemeleri çok çok zordur. sonuçta bir atatürk silkelemiştir öyle bir toplumu ve bugün o toplumun evlatları olarak, elimizden ne geliyorsa yapalım. *****
(bkz: turkiye nin toplumsal hastaliklari)

muhabbetin icine etmek

cem yılmaz esprileri ve türevleri aynı konuşmada ikinci kez yapınca komik olmuyor, lütfen yapmayın. yineleyerek muhabbetin içine etmeyin.

toplum içinde sevişen çiftler

haklarında, hatırlamaları gereken genel bir toplumsal yargı bulunan çiftlerdir. ola ki bir gün ayrılırlarsa, erkek "vay, erkek adam, götürdü kızı" diye anılacaktır, kız ise " kaşar " olarak nitelendirilir. şahsen bana çok da tın. sevgililer gününüz kutlu olsun.

bill gates in gençlere öğütleri

türk gençlerine istisnaen eklenen bir kaç kuralı da ben yazayım:
kural tg-1 : lan tırt herifler. zannetmeyin ki farketmiyorum korsan windows kullandığınızı. merak etmeyin gümletmiycem sizi, rahat rahat kullanın, maksat windowsu iyice belleyin.
kural tg-2 : amma meraklı çocuklarsınız be, bozup bozup duruyorsunuz güzelim windowsu. yahu ben bile bu kadar kurcalamadım, ne explorer kaldı ne de media player. az kalsın yollamıycaktım vistayı da, hadi yine iyisiniz. size değer veriyorum.
kural tg-3 : geçen tayyible buluştuk istanbulda, dert yanıyo bana, çok dalga buluyormuşsunuz nette tayyiple. tayyibi üzmeyin, bozuşuruz.
kural tg-4 : vistasız ev kalmasın, aldığınız korsan cdleri elden ele dolaştırın. şunu bilin ki vistası olanlar gururla hava atabilirler, çalıştıramayanlar da teknoloji fakiridir.

abdala malum olurmuş

aptal ile kraıştırılmamalı. hemen bir tdk copy-past yapalım.
abdal: isim, (eskimiş Arapça); 1. Gezgin derviş; 2. Dilenci kılıklı, üstü başı perişan kimse.
abdala malum olur: şaka yollu (deyim) ; bir şeyin olacağını önceden sezen kimseler için söylenen bir söz.

abdal arapçada kul anlamındadır. hatta abdullah, allah'ın kulu anlamındadır. türkçe'de tasavvufi bir anlam kazanmış olabilir.*

aptal olduğunu kabul etmek

şöyle diyeyim, genelde görülebilecek türden bir yaklaşım var, önce bunu itiraf edin:
ben zekiyim, süper değilsem de senden akıllıyım, atarım, tutarım, senin gibisini havada karada bi kaşık suda boğarım. elbette kimse böyle söylemez, düşünmez.
şunu da merak ederim; bir kişi tam olarak ne zaman birbirimizin sözleri kesmeyi öğrendi tartışırken. tartışmanın raconu hep böyle miydi, yoksa geliştiremedik mi insanoğlu olaraktan konuşma adabını.
misal; geçen amfide bir tartışma oldu, makro dersiydi, herkes güzel fikirler söyledi aslında, bir çok defa söz hakkı verildi, karşılıklar verildi, cevaplar sunuldu, konuşmak isteyene dur durak yoktu. peki ama nedir o tavırlar, sanki az önce karşıki tepeyi ben yarattım şimdi de sana gerçekleri doğruları anlatmaya geldim tavırları. evet, herkes konuştu ama o söz kesmeler olmasaydı keşke. özellikle karşısındakini sindirmek ve kendininkilerini kusmak için karşısındaki konuşurken konuşmaya başlayanlar boğdu beni, çünkü bu kişi karşısındaki konuşmayı kesene kadar, kendi giriş cümlesini giderek artan şiddette seste tekrarlıyor, hele ki bu kişiler cinsi latif ise beyinde geçici hasarlara sebep oluyor. işte bu hal ve tavır misali çok görülebilecek türden. bakın etrafa, ister kankuş olduğunuz kişi, ister sokaktan tanımadığınız biri, bu hal ve tavırlar içinde olabilir ve malesef bu çok normal bi durumdur. ancak tartışma çok hararetlenir ya da konuşagelen kişi bu tarz bi atağa maruz kalınca söyleyecek bir şey bulamaz da zaman kazanmak ister, işte o zaman bu demeye çalıştığım durum zuhur eder
; şunun gibi tepkiler verebilir konuşan " lütfen sözümü kesme, terbiyesizleşme, ben seni dinledim, ama olmaz ki böyle " ya da boruyla iletişim kuran ilkel insanlar gibi karşındakini sindirmek adına desibel yükseltmeler fln fln.
şimdi ben diyorum ki bu tarzı icra eden kişilere, rahat ol, sen ne dersen de, senin altında kalmam* , çünkü bilmediğimi zannettiğin her şey artık bir tık ötede, giderim araştırırım, sorarım, soruştururum, 24* saatte karşına çıkar , çıkartır masaya vurarım. sana yine sesini yükseltmek ve sindirmeye çalışmak kalır. peki benim istediğim bu mu, ben değil kimse böyle bir şey istemiyor aslında.
bizlerin konuşabilmesi lazım, irdeleyip kavrayabilmemiz lazım, düşünüp, gerekirse icra etmek lazım, lazım da lazım. ama en önce, en önemlisi, aptal olduğumuzu kabul etmek lazım. evet evet, hepimiz biraz aptalız, farkında olmadan aptal geldik dünyaya, aynı dünyanın en savunmasız hayvanı olarak doğmamız gibi epey de bir aptal olarak geliyoruz dünyaya. 100 önceki bir insandan bile daha çok aptal olarak doğduk, çünkü 100 yıl öncesindeki insanın güncelindeki medeniyeti, bugünkü kadar yüksek bilgi ve beceriler gerektirmiyordu, yani sıfırdan başlayıp demirci olabilirdin o zamanlar ama bugün 100 yıl önceki demircilik hiç de karın doyurmuyordur sanırım. biraz sığ bir örnek oldu ama işin özü, uygarlık ihtiyaçları artırır, daha çok çalışmayı gerektirir.
yani sen, şimdi bana hararetli bir şekilde söylemeye ihtiyacın olan şeyi ben dinlemeye hazırım, çünkü ben bir aptalım ve tek başıma bir çok şey bilmek ve bir çok bakış açısı kazanabilmem imkansız, seni dinlemeye şiddetle ihtiyacım var, ama sen beni dinlemezsen, sözümün ortasında kesersen konuşmamı, seni dinlememin ne anlamı var. hani bir ilber ortaylı gelir, konuşmadan gıkımı çıkarmadan oturur, paşa paşa dinlerim sözlerini, ama sen kimsin ki benim sözümü kesiyorsun ortasında? sanki benle konuşmasını, bana verdiği dersi, bitirdikten sonra gidecek açlığa ya da kuraklığa deva bulacak. sana olabileceğin iki ihtimali söylüyorum; ya benden daha az aptal birisisin ya da benden daha çok aptal birisisin.
özetle; aptal olduğunu kabul etmek, bence şöyle bir şeydir, içindeki cabbar ceval atakan ruh halinden sıyrılıp, karşındakine fırsat verip, onu dinleyerek, anlayabilmek, öğrenmek, ve düşünebilmek, bildiklerini karşılaştırıp yeni bilgiler üretebilme kapasitesi için gerekli olan bir anahtardır.
önce aptal olduğumu farkettim, sonra yavaş yavaş konuşmaya başladım, çok az konuştum, ve de faydalı konuşmalar yaşadım, görüşlerime katıldılar ve de karşı çıktılar, farklı açılardan kendimi değerlendirebildim bir parça ama hiç bir şey olmasa bile konuşmalardan daha bir keyif aldım. böyle evreler yaşamak zorunda değilse de kimse, en azından aptal olduğunu kabul etmenin bir başlangıç olduğuna inanıyorum. *

derste cep telefonu çalması

ciddi bir sessizlik anı ise ve de soldier of fortune'un gitar solosu çalıyorsa, hoca da kendini sevdiren tiplerdense; hoş olan bi durum.

tobb ekonomi ve teknoloji üniversitesi

bugünlerde ve muhtemelen gecelek yıllarda da; yolu ankara'ya düşenler, eğer otobüsle seyahat edip de aştide bir gündüz vakti otobüsten inerseniz; geldiğiniz yolun sağ tarafına baktığınızda, bir gökdelen görürsünüz. işte o gökdelen ile geldiğiniz yol arasında boş bir arazi vardır. ve tobbetu'nun yalanlar silsilesi ile artık o araziye yurt yapılacağına inanmamaktadır öğrenciler.
şimdi ben, içinde olup da beğenenlere yapmayın etmeyin desem de, artık böyle bir uğraşa bile inanmamaktayım. onu da açık açık izah edeyim:
geçenlerde bu okulda bir protesto olayı oldu. 2005 girişliyim, protestoyu da başlatan 2005 girişli. ama okul ilginç bir şekilde kenetlendi ve neredeyse tamamına yakını protestoya katılarak, ilk defa ilginç bir birlik beraberlik gösterdi öğrenciler.
bravo
ve lanet olsun cümlenize, ki o da tobbetüden geliyor halihazırda.
bir buçuk yıldır bu okuldayım, onca mevzu varken tartışılacak, onca konu varken protesto edilebilecek, siz ancak üç beş kuruş fazla çıkınca cebinizden gaza geldiniz ve yemek servisindeki özel kuruluşları protesto ettiniz. demek ki aç ayı oynamıyormuş, demek ki öncelikler böyleymiş, ne diyim, hayırlı olsun, artık her türlü tobbetu yalanını yalayıp yutacak potansiyelimizle, hepberaber bir güzel yaşarız sahte gururumuzla; hani şu bizleri sabit potansiyeli ile sömürülecek gibi gören yemek kuruluşlarına karşı tavır almamıza sebep gururumuzla...
galiba diyorum, bu okulda bikaç yüz milyona ve bir laptop'a tav olanlar olabilir, sabredin, mezun olunca kuracağım firmayı, alıcağım krediyi, satın alıcağım hepinizi, yollayıp pazarlıyacağım köle ticareti hesabı, olur mu olur.
böyle vahşi ve de etik olmayan duygulara sebep bir üniversite işte.. tobbetü

bolu dağı tesislerinin kapatılması

duygusal davranırsak; kendinizi bildiniz bileli betonların arasında büyüyüp yetişmişsinizdir, bir gün istanbuldan yola çıkarsınız, beton şehirden uzaklaşıyormuş hissine kapılırsınız, birkaç saat çorak arazilerle ve seyrek nüfuslu yerlerin manzarasını izleyerek yolculuk edersiniz ve sonunda bolu dağına çıkarsınız. sanki* yeniden doğumu yaşarsınız bolu dağını görünce hayalinizde, şu sihirli bir değneğin hayatınızı değiştirmesi türünden, tam da çoraklığa gözleriniz alışmışken, bolu dağındaki kıpırdanmaları kasdetmiştim yeniden doğum derken. işte böyle bir şeylerin kaybı olabilir bolu dağı tesislerinin kapanması. yine de hiç umursanmadan, zamanla unutularak, hatırlayanların anılarında, bolu dağı tünele girerken, arka koltukta oturan küçük çocuğa anlatılan türden bir anılarda yer edineceğine inandığım bir kepenk kapatma silsilesi.

dis politikada ordunun yeri

teorik ifadelerde yerini ticari kuruluşlara bırakacağı öngörülen ordunun, bu bağlamda dış politikadaki yeri giderek kısıtlanıyor olabilir. kim soktuysa artık bunları kafama...

fem dershaneleri

18 yaşını doldurana kadar oluşacak hangi öz irade ile gidilebileceği tartışılır olan dershanedir***. uzun uzun anlatmaya gerek yok, az çok biliniyor ne tür konseptler içerdikleri. bu bilinenler içinde kabul edilmeyen ya da idrak edilmeyen şey, zorlama/dayatma usülü ile dini öğretim ve eğitim faaliyetleridir. "fem dershaneleri.. " diye başlayan paragrafa kadar bir günlük yazdım ve okunulması o kadar da gerekli değildir aslında. sadece görüşlerimi ifade ederken nelerin etkisinde kaldığımı göstermiş olmak açısından yazmış bulundum.
10 yaşımdayken hayatımda ilk bilgisayarı malum öğrenci evlerinde gördüm. bir abinin şakirt esprilerine maruz kaldım, şakirdin anlamını bilmiyordum. kendisi istediği zaman evlerine gelebileceğimi söylemişti.
11 yaşımdayken 2 ay anafene gitmiştim. sohbetler ya da benzeri şeylerle hiç karşılaşmadım. o senenin yazı üniversite öğrencisi abimin de kaldığı evde tatil(?!) amaçlı kalmaya gitmiştim. televizyonda henüz yeni teknoloji sayılan vcd player ile mfg vaazları izlenirdi. nihayet stv çizgi film kuşağı için evin abisini ikna etmiştim. yine o evde çoraptan yaptığım top ile çok ilgi görmüştüm. cemaatle kıldığım namazda kusmuştum.
15 yaşımda gittiğim anafende malum sohbetler, faaliyetler ile tanıştım. o zamanlar ilgi görüyor diye ve hoşuma da gidiyor diye bilmeden mfg aleyhinde espriler yapınca sonunda bana mfg'nin açılımının mehmet fethullah gülen olduğunu öğretmişlerdi. cenabetim dedim namaz kılmadım, param yok dedim kamplara katılmadım. olumsuz cevapların fazlalığı ile ilgi ters orantılı. sınava iki ay kala bir sınıf aşağı düşürülüp bir başka abinin bakıcılığına kaydırılıp kaynaşmış ortamımdan uzaklaştırıldım, hiç hoşuma gitmemişti bu durum.
yaş 20, bir sene önceki gittiğim x dershanesinde tutunamadım. yatakhaneye en yakın dershane de fem olunca, cümbür cemaat aktık yine ortamlara. bu seferki bakıcım idealist bir insandı. bu kadar hoşgörülü ve zeki hizmet adamını tanımamıştım önceden. herhalde hitap edebildiği öğrenci çeşidi en geniş fethullahçı idi. her şeye rağmen, rengi belliydi, usülü belliydi.
eğer insan olmamdan dolayı birilerine sempati, saygı, sevgi vs. duyuyuor isem ve bu benim acizliğim ise, hayatımda hizmet insanlarınki gibi acizleri sömürenlerden sakınacağım kendimi ve sevdiklerimi. yoksa üç bin beş bin kişinin bile başa çıkabileceği türden bir oluşum değiller. o yüzden bu insanlarla ve alakalı kurumlarla dalga geçenlere acıyan bir gülümseyiş ile bakıyorum.

fem dershaneleri öğretim kalitesi yüksek olan dershanelerdir. sayıca çokluğun avantajlarını da kullanarak ve iyi organize olarak başarılı sonuçlar elde etmektedirler. olay sadece birinci çıkarma olayı değil, kazandırma yarışıdır ve istatistiklere göre istanbul'dan istanbul'daki üniversiteyi kazanan 4 kişiden biri fem'li idi*. başarılı öğretim stratejileri vardır. ama, olay eğitim aşamasına geldi mi işler başkalaşır. taktikleri de bellidir. önce öğrenciye yakınlaşma, öğrenciyle arkadaşlık seviyelerinde samimi mertebelere ulaşma, sonra arkadaşlık kozlarını, ya da varsa allah korkusunu koz olarak, kullanarak; bazı dini vecibeleri ve farzları yaptırmaya çalışmak, tehditler, soyutlamalar, en çok da nurculuk ve mfg odaklı öğretiler ile dinletiler... işte fem'deki eğitim genel olarak bu çerçevededir ve iyi bir şeyler öğretiyorlarsa da temeli islam dininin güzellğine bağımlı öğretilerdir. kısaca fem'deki eğitim bir tür din eğitimidir. kimse beni silah zoruyla kaydettirmedi fem'e. ben kendim tıpış tıpış da gitmedim. ama bazı şeyleri anlamak için zaman gerekiyor olabilir. bu yüzden devletin eğitim öğretim götüremediği yerlere bile fem öğretim götürür, yanında da eğitim götürür, ki bu eğitim sayesinde bir şeyleri anlamak için yeterli zaman kazanılmadan, öz iradenin tercihlerini tayin edici unsurları, genç yaşlardaki zihinlere, işlerine geldikleri gibi yerleştrilisin, hizmet esasları amacına uygun gelişsin.

sürekli kaybeden mavi kuvvetler

hayatları blue olan kuvvetlerdir. hüzünlü şarkılar eşliğinde loser takılırlar ve arenaya çıktıklarında sapır sapır dökülürler.

sözlükteki almanca furyası

iyi niyetlerle destekçileri olabilir ise de düzgün bir şekilde icra edilmediğinden*** faydası düşük, işe yarayan ve birçok çevrimiçi sözlük varken kıymeti düşük olan furya.

wireless

an itibariyle 16 aydır ücretsiz internete girmeme olanak sağlamış teknoloji. şifre koymayan, yüzünü görmediğim komşularıma buradan teşekkür ederim*. internet konusunda hukuki yeterliliğin olmamasından dolayı şifre koymayan bağlantıları paylaşmanın etik olmadığı tartışılan bir konudur.
güvenlik için wep protokolu kullanılmamalı, wpa tercih edilmelidir. ama baştan bilin ki wireless, güvenliği düşük bir teknolojidir.

imamların maaş sıkıntısı

memur maaşlarının belirlenmesinde etkili olan bazı oranlar (ya da sabit bir rakamla çarpılması gereken katsayılar, bu şekilde memurların maaşları belirlenir) vardır. bu oranlardan birisi de mesleki yaşamda can güvenliği riski ile alakalı bir orandır, yani mesleği icra ederken ölüm riski ile ilgili oran diyebiliriz ve bu oranın en düşük olduğu meslek imamlıktır(can güvenliği en yüksek meslek). bu türdeki katsayıların yüzünden imam maaşları düşük olmaktadır ve günümüz koşullarında sıkıntıya sebep olabilmektedir.